Quantcast
Channel: Her Boku Bilen Adam
Viewing all 63 articles
Browse latest View live

Biz Niye Böyleyiz?

$
0
0
Bir derbi maçını daha geride bıraktık bu akşam.

Adı derbiydi ama sadece birbirini ve taraftarlarını tahrik etmekten başka amaçları olmayan iki takım oyuncuları vardı sahada ve oyun olarak da daha az kötü olan kazandı işte. Burası önemli değil şu saatten sonra da.

Size bir şey söyleyeyim mi;

Ben bu akşam bana maç izlemeye gelen Fenerbahçe formalı arkadaşımın üzerine bir şeyler vererek evden gönderdim yolda başına bir şey gelmesin diye.

Az önce de 20 yaşında bir gencin ölüm haberi geldi.

Bu ölüm üzerine de önce "Fenerli mi öldürmüş Cimbomlu mu?", "Fenerli mi ölmüş, Cimbomlu mu?" diye soranlar, 

Öldürülen Fenerbahçeli genç için "Ölüsünü de dirisini de..." diyen Galatasaraylı, "Saha ortasında sevindiniz, katil sizsiniz" diyen Fenerliler ve daha bir sürü şey.

Daha dün çok sevdiği takımının stadındaki son maçına 5-6 yaşındaki küçük oğlunu götüren kadına bile biber gazı sıkabilen polisin vicdanını sorgularken bugün yaşananlar ve daha neler neler.


Ben artık birbirini öldürmek için bu kadar bahane üretebilen bir toplumda huzurla uyuyabilecek ve sabah erkenden kalkıp güleryüzle yaşamını sürdürecek motivasyona sahip değilim.

Biz niye böyleyiz ki?

Keşke böyle olmasak. 

Reyhanlı ve Biat Halifeliği

$
0
0
Son bir buçuk ay içinde 2 kez Başbakan'ın bulunduğu ortamlarda bulundum. Her ikisinde de ortamda Türkiye'nin en saygın iş adamları, üst düzey yöneticileri, Bakanları da bulunmaktaydı. Başbakan'ın bırakın etrafta olmasını, gelmesinin duyurulmasından itibaren sadece çalışanlarda değil; bu saydığım önemli isimlerde bile inanılmaz bir telaş gözlemledim.

Başbakan'ın salona girmesine saatler varken bile konuşmasının 10 dakikasını kendisine övgü olarak dizen "kodaman" diye tabir edeceğimiz önemli isimler,  teknoloji hakkında bir oturumdaki en alakasız konuyu bile "Sayın Başbakanımız'ın da izniyle" diye bağlayan Bakan'lar, hatta bilim adamları ile dolu birkaç gün geçirdim ve uzaktan yansımasını gördüğümüz biat kültürünün ne boyutta yaşandığını gözlemleme şansını yakaladım.

Ben Tayyip Erdoğan'ın yarattığı biat etkisinin Türkiye tarihinde eşine benzerine rastlanmayan ve bir daha da kolay kolay rastlanmayacak, hatta daha da abartayım Osmanlı dönemindeki padişahlık kurumuyla birebir aynı olduğunu düşünüyorum en basit şekilde ifade etmem gerekirse.

Şimdi diyeceksiniz ki "E zaten bunu bilmeyen mi var, her şey ortada".

Evet aynen öyle zaten. Amerika'yı yeniden keşfediyor değilim. Son 10 yılda sıra ile tasfiye edilen kurumlar ve her şeyin tek bir adamın ağzının içine bakar hale geldiği, hatta bunu iktidarın önemli bir vekilinin de "Boşuna oturuyoruz o koltuklarda" diyerek kabul ettiği bir sisteme geldik.

Başbakan ne isterse o oluyor.

Konu fark etmiyor. Siyaset olsun, spor, teknoloji her ne olursa olsun o ne derse, neyin yapılmasını emrederse o oluyor, ne hoşuna gitmezse o yasaklanıyor.

Sigarayı, içkiyle arası yok, hoop kanunlar, yasaklar...

Yarın öbür gün yediği balıktan zehirlense, olta satışının yasaklanacağı bir sisteme doğru gidiyoruz.

Böylece vatandaş olarak yaşamanın zaten zor olduğu ülkede, "AKP'li olmayan vatandaş" olarak yaşayabilmenin neredeyse imkansız hale geldiği bir ortam başarıyla yaratıldı.

Ama en tehlikelisi, bu iktidar gücü, bu biat kültürü, bu dalkavukluk artık kesmiyor onu.

O en başından beri aklında olan daha fazlasını, yani tüm Ortadoğu'nun, tüm müslümanların siyasi halifesi olma derdinde.

Bunun için de artık tamamen "Dark Side"a geçmiş durumda.




Artık kendi vatandaşı, kendi halkı, vicdanı, aklıselimi tamamen yitip gitmiş durumda ki aslında zerresi bile olduğundan şüpheliyim.
 
Sonu nereye kadar gidecek diyorsanız; güce tapan, zalimi sırtında taşımayı, alkışlamayı, uğradığı zulmü sineye çekmeyi benimsemiş bir toplumda oyunu kuralına göre oynayan bu adamın daha da ilerleyeceği ve artık freni patlamış kamyon hızıyla gideceği kanaatindeyim. Daha çok kurban var elimizde.

Artık daha çok öleceğiz.

Hopa'lar, Uludere'ler, Reyhanlı'lar daha da çoğalacak ve "Koyun" olmaktan "3 Maymun" olmaya terfi edeceğiz.

Hayallerde Yaşıyor Bazı...

Gekas Marşı

$
0
0
Bu yıl Avrupa'da gelen başarılara rağmen, son yaşanan derbi ile birlikte artık ne kadar çürüdüğü ortaya çıkmış Türk Futbolu adına bence bu yılın en güzel hikayesi Akhisar ve Gekas oldu.

Akhisar'ın Akigoları da Gekas için güzel bir marş yapmış.

Ne Zeus ne Perseus
Asıl tanrı bu deyyus
Ne Sow ne Burak Yılmaz
Theofanis Gekas...

Bana Mutluluğun Resmini Yapabilir Misin Tayyip?

$
0
0
Çok değil 1 ay kadar önce Boston Maratonu'nda yaşanan terör saldırısı sonrası 3 Amerikan vatandaşı hayatını kaybetti, 200'den fazla insan yaralandı.

Patlama yaşanır yaşanmaz, olay yerinden tüm Amerikan Basını canlı yayına geçti, olay tüm detaylarıyla araştırılarak bilgiler tüm dünyaya aktarıldı.

Sosyal Medya aracılığı ile neredeyse yaşanan her şey tüm Amerikan Halkı tarafından paylaşıldı.

Her şeyden önemlisi ABD Hükümeti "Ulusal Yas" ilan etti.

Bize dönelim.

Sadece 6 gün önce Reyhanlı'da resmi sayılara göre 51, ortalıkta dolaşan spekülasyonlara göre ise 150'den fazla vatandaşımız hayatını kaybetti.

Orada neler olduğunu öğrenmek için televizyonları açtığımızda ise karşımıza eğlence programları, yarışmalar, futbol programları çıkıyordu.

Gazetelere bakalım dedik, ufak dipnotlar, belirsiz yazılar vardı sadece.

Yayın yasağı kondu,  kimseden gık çıkmadı.

Oysa Facebook'ta dolanan videolarda gördüğümüz, Hatay'daki arkadaşlarımızdan aldığımız bilgilerde Reyhanlı'da olanların tam anlamıyla bir katliam olduğu anlaşılıyordu.

Sustuk, susturulduk.

Olaydan 1 gün önce ilçedeki 73 mobese kamerasının arızalandığı haberi çıktı sonra.

"Yav nerdeyiz, neler oluyor" dedik.

Ama yoktu ses mes.

Dün ağzının içine baktığımı Başbakanımız yanında Bakan'ları ve 60 küsur şirketin CEO'su ile ABD'ye gitti. Bugün de aşağıda kurmayları ile birlikte karşısına çıktığı Obama, Biden ve Kerry ile şu gülümseyen pozu verdi.


Tamam ulusal yas ilan etmediniz, yayın yasağı koydunuz, 3 maymunu oynadınız da bu gülümseme niye?

Şimdi mutlaka "Ak Gençlik"ten falan çıkıp "Ne var öyle gülümserken çekmişler, Reyhanlı'yla neden bağlantı kuruyorsun, gülemez mi Başbakan?" diyecekler olacaktır.

Gülemez efendim kusura bakmayın.

Tarihinin en büyük saldırılarından birine uğramış ve onlarca vatandaşını kaybetmiş bir ülkenin Başbakanı, Bakanları daha bu saldırının üzerinden 1 hafta bile geçmemişken her ne olursa olsun sırıtarak poz veremez.

Daha Reyhanlı'ya gitmeden soluğu ABD'de alamaz.

Mavi Marmara'da ölen vatandaşları için ortalığı ayağa kaldırmakla övünürken ki doğrusu budur, Reyhanlı'da ölenler için sus pus olamaz.

Seçim sloganı bile "Aynı yoldan geçmişiz biz, Bir Allah'ın kuluyuz biz" olan bir partinin lideri Reyhanlı için eylem yapan vatandaşlarına biber gazı sıktırtamaz.

Ama boş lakırdı işte bizimki.

Hikaye.

Ortadoğu'nun lideriyiz, tüm dünya ürküyor bizden, Esad bile nasıl tırsıyordur şimdi bu tabloyu görünce.

Heyt be!

Dünya gücüyüz oğlum.

Hadi siz de asmayın suratınızı 150 insanımız öldü diye.

Hadi gülümseyin ya.

Hayat çok güzel, bombalar falan...



Her Zararlı Şeyi Yasaklayacaksak...

$
0
0
Madem hükümetimiz bizleri çok düşünüyor, bize zararlı olduğunu düşündüğü pek çok şeyi bir bir yasaklıyor; o zaman bazı önerilerim var;








Ne dersiniz? 

Master Yalaka

$
0
0
Gün geçmiyor ki ülkemizdeki "Yalakalık" seviyesinin sınırları zorlanmasın. "Daha fazlası olamaz herhalde" dediğimizde ise şaşırmaya devam ediyoruz.

Ertem Şener yalakalıktaki çıtayı adeta sırıktaki Sergei Bubka, pistteki Usain Bolt seviyesine çıkardı.

Kendisini tebrik ediyoruz.

Mesela Yani

$
0
0
Efendim selamlar hepinize.

Biliyorum çok uzun zaman oldu yazmayalı. "Bloglar da öldü" diyorlar hem artık. Bilmiyorum artık öldü mü ama en azından kendi blogumu canlandırmaya and içtim bu sefer (766. defa).

"Ben bloga geri dönüyorum artık daha sık yazacağım" diye söz verdim kendime ve bloga geri dönmenin en iyi yolu da, konu HBBA Blog ise, her zaman olduğu gibi "Haftanın Şarkısı"ndan geçer tabi ki.

Daha önce "Alt Geçit" ile "Haftanın Şarkısı" olan Farazi ve Kayra'nın Kayra'sından geliyor... Kendisi Korkusuz Korkak filminin karakteri Bombacı Mülayim'in unutulmaz repliği "Mesela Yani"den öyle güzel bir parça çıkarmış ki "Raple işim olmaz" diyenler bile defalarca dinleyebilir.

Farazi ve Kayra ikilisinin diğer işleri için kendilerinin SoundCloud hesabını da sizlere tavsiye ediyorum.

Bu arada ben de hiçbir şeyden eksik kalmayayım diye SoundCloud hesabı açtım efendim. Beklerim hepinizi. Bu da profilim.
(Dinleyiciyim sadece; üretici değil)




Dibin tutarsa bak telaşe,böyle zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir bekle,mesela yani,yarına yeni bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle beni de güldürenler olsa,mesela yani

verse 1

sefer taslı katil,ben mülayim sert'im ,ayakkabında taş misali ızdırabın emmi,yüzünden elli kez tren kazası geldi geçti,yirmi bin franga söyle kimde kral dairesi,ser bir paspas,kazma olsanız kazılmaz,ıslatıp kemerle dövseniz de bende tek silahgelir limon yerim masanda islah etsin,kan kusarken ıstakayla mıhlayın beni,bak yedirdim,meselayı yani,o gafti erkek ağzı burada anca(anca) sinek pisliği, ağzının tavanlarında kursalar salıncak sallanıp da kendi pisler,gider sifon çeker,hele bir destur aslanım,o bohça dörde katlanır,reste rest,benim elimde hacı bekir lokumları,sipariş ettim ölümü kendime gecikmesin diye,mermiler temiz mi? mesala yani..

nakarat

dibin tutarsa bak telaşe,böyle zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir bekle,mesela yani,yarına yeni bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle beni de güldürenler olsa,mesela yani

verse 2

amorti kazım elde son biletle yolumu kessin,kenefe talip olma şansı sade bana nasip,tepem atarsa tek bir an,uçan kafayla son sözüm amigo orhan,ölümü zorladın dün akşam,gözleriyle kan çeken bir evde şimdi gölgen,ızdırabı jaws olup da güçle dişleyen,hele bir bak ne diyecem;lüzumsuz öfkelerle beslenirken orada kibre saplanıp da ölmesen,son üçlük ve jordan,full dopingle armstrong,uche kırık bacakla zıplasın rüyana paydos,kalbi son vapurda şöyle martılara da fırlat,yeraltında kara kuşakla korkusuz bu korkak,çek kopar,kürsülerde bol kesimli martaval,istesen de gizlemez vebali hiçbir leş fular,full zarar,tek bir hamle dakikasında voltran,şimdi şarkı ismi belli;mesela yani..

nakarat

dibin tutarsa bak telaşe,böyle zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir bekle,mesela yani,yarına yeni bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle beni de güldürenler olsa,mesela yani

Olimpiyat Ruhu ve Türkiye

$
0
0
Selamlar herkese,

Malumunuz olduğu üzere dün akşam 2020 Olimpiyatı'na ev sahipliği yapacak ülkenin belirlenmesi için IOC kurulu Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te toplandı. Biz de Tokyo ve Madrid ile birlikte finale kalan 3 aday şehirden biriydik.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki iktidara muhalif biri de olsam konu Olimpiyat olduğu için bir sporsever olarak bu süreci destekleyenlerdendim.

Zira 1992 Barcelona'dan beri TV karşısında da olsa tüm Olimpiyat Oyunları'nı takip eden, sporun sadece futboldan ibaret olmadığını yıllarca etrafındakilere anlatmaya çalışan, Universiade da olsa bir Olimpiyat'ta yer almanın tadını almış bir birey olarak gerçek Olimpiyat'ın, yani sporun kalbinin, kendi ülkemde, hem de yaşadığım şehirde atacak olma hayali beni gerçekten de heyecanlandırmadı değil. Bu yüzden de başta da dediğim gibi iktidarın başının "Çapulcu" diye aşağıladığı bir güruhtan da olsam bu süreci destekledim ve dün de bu oylamayı her ne kadar umutsuzca da olsa heyecanla izledim.

Umutsuzdum çünkü ülkemin Olimpiyat gibi bir duyguya ev sahipliği yapacak kapasitede olmadığını herkes gibi ben de biliyordum. Burda bahsettiğim organizasyonu yapacak olmaktan kastım tesisleşme, altyapı, ulaşım vb. şeyler değildi. Zaten ayrılan bütçelere bakıldığında İstanbul'un, Madrid'in 5, Tokyo'nun ise 2 katı bütçe ayırması ile bu sorunların 7 yılda tamamen çözülebilecek olduğu da aşikardı. Ama çözülmesi çok daha zor sorunlar vardı.

Bir kere her şeyden önce bizim ülkemizde "Sporsever" insanın eksikliğiydi en büyük sorun. Bizim insanımız için spor demek "Futbol" demekti. Ama bu söylediğimden de sakın insanımızın "Futbolsever" olduğu sonucu da çıkmasın çünkü biz "Futbolsever" de değiliz.

Bizim taraftarımız futbolu yani oyunu değil sadece "Kazanmayı" sever. Aksini iddia edene daha 2 ay önce ülkemizde düzenlenen U20 Dünya Kupası'nın ortalama seyirci sayısının turnuva tarihinin en düşüğü olan 4500'lerde kalmasını gösterebilirim. Final maçı bile boş tribünlere oynanmıştı hatırlarsanız.

Sporculara gelirsek Allahaşkına size soruyorum, sizce bizim ülkemizde "Sportmen" sporcu var mı?

Onu da geçtim, "sporu seven" sporcu var mı?

Sporun, hele hele Olimpiyat'ın ırk, ülke, bayrak, dil, cinsiyetten bağımsız birleştiriciliğinden haberdar sporcu var mı?

Bizim ükemizde Ermeni lafını hakaret olarak kullanan Rıza Kayaalp gibi bir sporcuya(!) bırakın ceza vermeyi, 3 gün sonra bayrağımız taşıttırılarak ödül veriliyor, Spor Bakanı "Rıza'yı yedirmeyiz" diyerek açıklama yapıyor.


Kafamda bunlarla ilk tur oylamasını izledim ve güç bela Madrid'i geride bıraktık. Kendi kendime dedim ki "Alalım şu Olimpiyat'ı da en azından sporsever bir nesil yetişir, 7 yılda ne çok değişir neler olur".

Derken bu ülkenin bakanının şu aşağıdaki tweetini gördüm.



Olimpiyat Ruhu, Olimpiyat'ın dil, din, ırk gözetmeksizin tek bayrak altındaki birleştiriciliği diyorduk değil mi?

Peki böyle bir açıklamada bunun esamesine rastlanıyor mu sizce?

Sonuçlar açıklandı Olimpiyat Tokyo'ya gitti. Peki ne oldu?

Biz ırkçılık, doping, gaflar, rezil açıklamalar dolu bakanlığına rağmen yukarıda da bahsettiğim gibi en azından "Olimpiyat"ın ülkemizde düzenlenme olasılığı için desteklediğimiz sürecin sonunda Sayın Bakan'dan şöyle bir açıklama gördük.



Şaşırdık mı?

Şaşırmadık.

Zira Olimpiyat sunumu esnasında "Nüfusumuzun yarısı genç" denilerek komitenin gözünü boyadıkları genç nüfustan kendi taraflarında olmayanları "Çapulcu" diye aşağılayan, "Bunlaaar" diyip ötekileştirip her fırsatta azarladığı gençlerin yaşam tarzına neredeyse tüm tanıtımlarında yer veren ama köprüyü geçemeyince ilk fırsatta suçu o gençlere yükleyen bir siyasi iktidardan bahsediyoruz.

Zaten bu Spor Bakanı olan zat en alakasız bir Spor organizasyonunda dahi spor lafını bile ağzına almadan önce Başbakan'a övgüler dizmeye başlıyor, muhalif görüşlü bir Basketbolcu (Cenk Akyol) kariyerinin zirvesinde sırf bu muhalif söylemleri yüzünden Milli Takım'a alınmıyor, Hidayet ise Başbakan'ı anlatan balgeselde yer buluyor ve en formsuz döneminde milli takımla sahaya kaptan olarak çıkıyor. Tepki verenler aforoz edilirken, biat edenler alıp başını yürüyor.

Olimpiyat'tan organizasyon olarak değil de "Olimpiyat Duygusu" diye bahsetmemin sebebi de bu.

Sizin ülkenizde Sporseverler yerine Biat edenler, yalakalar varsa;

Sporcularınız sporu, oyunu değil sadece kazanmayı, sadece şanı, şöhreti parayı önemsiyorsa,

Sizin bakanlarınız halka yakın olmayı "Götünüze kına yakın" seviyesine inmek zannediyorsa,

Sizin tesisleşmeden, gençliğe yatırımdan tek anladığınız TOKİ'nin betonları, o tesislerin başına diktiğiniz "Yassah hemşerim"ciler ise;

Siz en Doğu'nun kazandığı oylamadan sonra bile hala "Batı bizi sevmiyor" diyerek suçu hep başkalarında arıyorsanız;

Size Olimpiyat gibi bir ayrıcalığı, bir ruhu, biz güzelliği çok görmelerine de sesinizi çıkarmamanız gerekir.

Bir gün gerçekten Olimpiyat ruhu ile dolu bir nesilin içinde yaşamak dileğiyle.

Sevgiler.

Bazıları Çok Aşırı

$
0
0
Geçen gece televizyona baktım,
Huzur Sokağı var diye ATV'yi açtım,
Huzurdan eser yok, memeler kaplamış ekranı,
Kimseye karışmayız ama bazıları çok aşırı.

"Tövbe tövbe" diyip çevirdim başımı
"Bu ne edepsizlik yahu" diye aradım kanalı
Ar namus kalmadı evde çabuk gönderin bu kadını,
Kimseye karışmayız ama bazıları çok aşırı.

Her kesime eşit mesafedeyiz, biliriz dışlanmayı,
Lakin haddini bilecek herkes, aşmayacak sınırları,
Memeler de meme olsa bari sanki sörf tahtası
Kimseye karışmayız ama bazıları çok aşırı

Dekolte mesele değil, yakışmamış o kıyafet,
Modayı da biz biliriz, işimiz her alanda hizmet
Beğenmeyen Paris'e gider, açtık duble yolları
Kimseye karışmayız ama bazıları çok aşırı

Hüseyin Çelik der ki "Çapulcular! Karıştırmayın ortalığı"
Akıllı olun salarım üstünüze Melih Başgan'ı,
Artık ben olmalıyım Başbakan'ın veliahtı,
Kimseye karışmayız ama bazıları çok aşırı.


Benim Ülkemiz

$
0
0
Son günlerde yaşananlar malumunuz. Başbakan'ın "Kızlı erkekli aynı evde kalınmaz" cümlesi, onu toparlamaya çalışan ve "Asparagas" diyen Bülent Arınç ve daha üzerinden 24 saat bile geçmeden Başbakan'ın "Farklı kız ve farklı erkeğin aynı evde kalması doğru mudur? Siz kızınız bir erkekle aynı evde kalsın isterseniz size hayırlı olsun" diyerek hem kendi Başbakan Yardımcısı'nı hem de bir gazeteciyi küçük düşürmesi.  

Aslında bakarsanız Başbakan'ın gazeteci azarlamasına alışmıştık ama kendi yardımcısına bile posta koyacak hale gelmesi işi başka bir boyuta taşıdı. Gerçi kulislerde söylenenlere göre Başbakan; bırakın yardımcısını basının önünde yalancı çıkarmayı, Bakanlar'a küfürler ediyor, hatta Suat Kılıç'a tokat bile atabiliyordu.
Tüm bu durum içerisinde Başbakan'ın "Kızlı erkekli"çıkışı hiç de şaşırtacak cinsten değil aslında. 

Genç olmanın, öğrenci olmanın, hele hele kadın olmanın yeterince zor olduğu ülkemizde bir lider bu mahalle baskısını ortadan kaldırmak ve gençlerin daha özgürce kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam yaratmak yerine, tam da meraklı komşuların, aileye kiraya verdiği dairesini öğrenciye 2 katına kiraya vermeye çalışan hacı ev sahibinin, mahalleye Anadolu'dan okumak için gelen genç kıza orospu gözüyle bakıp laf atan ama kendi kızkardeşinin sevgilisi olduğunu öğrenince evin kapısını üstüne kilitleyen bıçkın "delikanlı"nın sırtını sıvazlamayı tercih etti. Bir de üstüne adeta "Vurun Kahpeye" romanındaki köy halkına gaz veren dedikoducu fitneciler gibi "Gereken neyse yapılır, Valiler, emniyet üstüne çalışır" demeyi de ihmal etmedi.

Neden mi? 

Çünkü Başbakan için tüm ülke sadece kendisinden ibaret.

Ona göre kendi hayatında olmayan şeyler başkalarının da hayatında olmamalı.

Eğer kendisi içki-sigara içmiyorsa kimse içememeli,

Eğer kendisi gençliğinde bir kızla el ele tutuşmamışsa, flört etmemişse, öpüşmemişse, hatta aşık olmamışsa şimdiki gençler de bu duyguları tatmamalı.

Bunu yapabilen kızlar da alenen "orospu" kendisinin gözünde. Gazeteciye "Size hayırlı olsun" demesi de zaten bu manaya geliyor.

Lafta "Kimsenin özel hayatına müdahele etmeyen" Tayyip Erdoğan Hükümeti de aslında tamamen Başbakan'ın hayatı ve görüşleri üzerine kurulu. O yüzden aslında gerçekten de kimsenin hayatına müdahele falan edildiği yok çünkü artık bizlerin hayatı tamamen onun hayatının kopyası olmak zorunda, olmazsa da bedelini işinizden, eşinizden, sevgilinizden, okulunuzdan, hatta sağlığınızdan hatta ve hatta hayatınızdan bedel ödeyerek vermek zorundasınız.

Çünkü biz artık biz değil, "O" olduk.

Bu ülke artık sadece onun ülkesi ve evet onun ülkesinin kuralları içinde onun hayatında yaşıyoruz.

O yüzdendir ki "Affedersiniz ne Rumluğumuz ne Ermeniliğimiz kaldı" diyebiliyor, çünkü onun ortamında Ermeni, Rum hakaret olarak kullanılıyor,

O yüzdendir ki "52 Sünni vatandaşımız katledildi" diye ölü bedenleri bile mezheplerine göre ayırabiliyor, çünkü onun hiç aynı sofrada oturduğu Alevi arkadaşı olmamış,

O yüzdendir ki "Bizim kültürümüzde yok" dediğinin ertesi günü "Onun" kültüründe olmayan ne varsa yanındaki dalkavukları tarafından yasaklanıveriyor.

Hepsinden ironik olanı da Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki "Tek Adam" Cumhuriyeti'ni eleştirip kendi "Tek Adam" hatta "Tek düşünce, tek yaşam tarzı, tek din" dünyasını yaratmak. Pardon dayatmak.

Komik olan bir taraf da çok değil 3-4 yıl önce "İran oluyoruz, Şeriat geliyor" diyen ulusalcılarla dalga geçerken kendimizi bu cenderenin içinde bulmamız. Hatta İran olmak şöyle dursun artık İran gençliğine imrenir halde RTE Cumhuriyeti'nde yaşamak. 

Evet hepimiz artık "Bizim Ülkemiz"de değil Tayyip Erdoğan'ın ülkesinde yaşıyoruz.

"Biz yeterince karşı çıkıyoruz" diyenlerin büyük bir çoğunluğunun da savunmayı "Ama biz sevişmiyoruz ki"üzerinden yapması da gösteriyor ki "Sevişirim, sevişmem sana ne!" diyemeyecek duruma getirmiş adam bizi.

Hakikaten hepimize "Hayırlı Olsun".

Edep Yahu!

$
0
0
Tarihin en büyük yolsuzluk ve rüşvet skandalının ortaya çıkarılmasının üzerinden tamı tamına 1 hafta geçti.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde adı geçen mevki sahipleri, masum bile olsalar, en azından soruşturmanın daha sağlıklı yürümesi bakımından 1 gün içinde görevlerini bırakacakken, AK Parti hükümetinde ise istifa etmek, bakanları görevden almayı bir kenara bırakın;

Hemen tüm soruşturmayı yürüten polisler görevden alındı,

Yetmedi Gezi zamanı "Destan yazdılar" denilen, uğruna pankartlar asıp gurur duyduklarını ilan ettikleri tüm Emniyet Müdürleri'ni azlettiler,

Hemen yandaş 2 savcı soruşturmaya atandı,

Yayın yapan, haber veren tüm gazeteler, gazeteciler, destek vermeyen herkes hain ilan edildi,

Daha gözaltına alındıkları gün "suçlu, darbeci, hain, çapulcu, ayyaş, şikeci" ilan edilen onlarca insanda işlemeyen "Masumiyet Karinesi"nin eksikliğinden dem vurulmaya başlandı,

Yalakalara "Bu iş İsrail'in, Faiz Lobisi'nin, dış güçlerin işi" diye kofti analizler yaptırıldı,

Başbakan'ın Başdanışmanı gibi bir ünvana sahip, kamuoyunda "Jöleli" olarak bilinen zat-ı muhterem televizyona çıkıp "Yolsuzluk varsa kul ile Allah arasındadır" dedi,



Evinde 4,5 Milyon $ bulunan HalkBank Genel Müdürü "O paralar ile İmam Hatip Lisesi yaptıracaktık" savunması ile milleti iyice gerizekalı yerine koydu,

Bir Bakan'ın oğlunun evinin neredeyse tamamı içi para dolu kasalarla dolmuşken "Para sayma makinesini polis yanında getirmiş" diye savunma yapıldı,

Şike davasında, Ergenekon'da, Balyoz'da telefon görüşmeleri, kayıtları çarşaf çarşaf yayınlanırken gıkı çıkmayan hükümet; rüşvet dolu, yolsuzluk dolu kayıtlar ortaya çıkınca "Özel hayata böyle müdahele edilebilir mi, özel konuşmalar böyle yayınlanabilir mi?" diye isyan etti, 

Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılınca asgari ücretin 800 TL olduğu ülkede üzerindeki 5000 TL'lik montla utanmadan "Biz imanlı insanlarız" diye açıklama yapan Bakan oğlu omuzlara alındı,

Oğlu tutuklanan İçişleri Bakanı tüm emniyeti baştan aşağı değiştirdikten, hukukun tüm kanallarına sirayet edildikten tam 5 gün sonra ilk açıklamasını yaparak "Oğluma güveniyorum, öyle şeyler yapmaz" dedi,

Her seferinde sonsuz saygı duyulan, Türkçe Olimpiyatları'nda en ön safta yer aldıkları, bugünkü iktidarları için minnet duydukları Fethullah Gülen'i nankör, hain, kalleş ilan ettiler,

"Dokunan Yanar" diyen Nedim Şener ve Ahmet Şık için kılları kıpırdamayanlar, cemaat ile papaz olunca birden bu iki isimle röportaj yapmaya, yazılarını paylaşmaya başladı, 

İnsanlar sabahın köründe evlerinden, iş yerlerinden aldırılırken "Yargıya müdahele edemeyiz" derken, aynısı evlatlarına, yandaşlarına olunca "Çağırsalar gelirler, o saatte insan mı alınır" diye açıklama yaptılar,

...ve daha üzerinden 1 hafta bile geçmemişken, oğlu yargılanmak üzere serbest bırakılan Bakan Bayraktar, 

Ali Ağaoğlu ile "Sen bildiğin gibi yap, biz hallederiz" diye kanunsuz yapılaşmaya izin veren Bakan Bayraktar,

Kendisinden tedavisi için yardım isteyen kanser hastası bir genç kıza kameraların önünde utanmadan sadaka veren Bakan Bayraktar,

Trabzon'da kendisini karşılamaya gelen AK Gençlik'in avuçlarına yine alenen sadaka sıkıştırdı. O gençlik de 50 TL için birbirini ezdi, yalvardı.


Hah ne diyordum... İstifa diyordum. Evet istifa.

Bırakın istifayı, bırakın gururu, bırakın adaleti, bırakın etiği, kanunu, hukuku,

Yine mağdur oldular,

Yine dış güçlerin oyunu dediler,

Yine Geziciler'in işi ilan ettiler.

Hep kızardım "AKP'ye oy veren salaktır, yok göbeğini kaşıyandır, yok şöyledir, böyledir" diye kendini elit konumlayan ulusalcı, Kemalist kesime. Hep bu kibir yüzünden AKP'ye mahkum olduğumuzu söylerdim.

Ama yok. İnanın gözümüzün önünde bunlar olurken hala bu adamları sırtında taşıyan,

Kendisi ay sonunu zor getirirken 6 aylık maaşını üzerinde mont diye taşıyan adamlarla gurur duyan,

Kanserli kıza bile sadaka verirken, 50 TL için üç takla atan, 



30 korumayla gezip de hala "Biz halkımızın sevgilisiyiz" diyen, hatta Kabe'yi bile korumalarıyla tavaf eden bu adamları inandıkları dinin peygamberiyle, halifesiyle eş görmeye başlayan bu insanlara az bile demişler.

Size son olarak kendi sözünüzle seslenmek istiyorum : EDEP YAHU!






Değer

$
0
0
Yat uyu dedim kendi kendime sabah erken kalkacaksın. İşin gücün var, yarın dinç olman lazım. Bırak artık bi kenara tüm bu yaşananları. Aldırma en azından 4-5 saatliğine bu zalimliğe, adaletsizliğe, yüzsüzlüğe.

Dalmışım biraz.

Birden uyandım sonra. Açtım bilgisayarı, "16 Aralık döviz kuru" yazdım Google'a;



2,0337 imiş.

Yani 4 buçuk milyon ABD Doları tamı tamına 9.151.650 Türk Lirası ediyormuş. 

Sonra "28 Şubat döviz kuru" yazdım;





 2,2129 TL olmuş.

Yani 4 buçuk milyon ABD doları 9.958.050 TL olmuş.

Arada 806.400 TL fark var.

Anlayacağınız 17 Aralık günü evindeki ayakkabı kutularında 4 buçuk milyon dolar bulunan Halkbank Genel Müdürü 74 gün hapishanede tutulmuş ve 2 gün önce salındığında 806.400 TL daha zengin biri olarak dışarı çıkmış.

Bu arada Reza Zarrap ve Bakan çocukları tahliye olmuş.

Tam 74 günlük çilenin ardından Ebru Gündeş çocuğunun yıpranmayacağı mutlu bir geleceği düşünerek huzurlu bir uykuya dalmış bu gece.

Bakan Güler'in oğlu evdeki 3-5 kuruşuna kavuşmuş.

"Allah'ın tüm vasıflarını üzerinde taşıyan", doğduğu yer kutsal olan,  Allah'ın bize armağanı, asrın lideri, dünya lideri, sağlam iradeli, büyük usta sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ise bu karara "Hak yerini buldu" değerlendirmesini yapmış.

 

Sonra aklıma 17 Aralık günü TBMM önünde "Açım" diyerek kendini yakan vatandaş geldi. Yolsuzluk operasyonu nedeniyle adeta arada kaynayan adam.

"TBMM kendini yakan adam" diye arattım. Hakkında neredeyse hiç haber yapılmamış. Adı Salih Yiğit Tekin'miş.

Olaydan 10 gün sonra ölmüş.

74 gün önceki o fakir, değersiz, aç bedeni önce yanıp deforme olmuş, sonra da toprak. Anlayacağınız yine hiç değer kazanmamış.

İyi geceler, iyi uykular, tatlı rüyalar hepimize.

Özgecan Bir Milat Mı?

$
0
0
Size çok samimi bir şey söyleyeyim mi?


İnandığı dinin vaat ettiği cennete gitmenin yolunun annesinin ayakları altında olduğuna inanıp en yakın arkadaşına bile "ananı sikeyim" diyebilen,

Çocuğu erkekse pipisini ona buna göstermesine, küfretmesine kahkahalar atarken, kızı olmuşsa daha doğumundan utanmaya başladığı süreçte yasaklarla, kısıtlamalarla, baskılarla ona duvar örmeye çalışan,

Oğlunu kendi eliyle milli(!) olmaya götürmekle övünürken, kızının bekaretini kaybetmesini "Namus Meselesi" diye gören,

Kendi annesine, kız kardeşine, sevgilisine, eşine yapılsa katil olabileceğini iddia ettiği birçok şeyi başka kadınlara yaparken en ufak bir utanma duygusu yaşamayan,

Tuttuğu takımın karşı takımı ezici bir skorla yenmesine "Tecavüz ettik" diye sevinen,

"Kadınla erkek eşit olamaz, fıtratında yok" diyen bir siyasi lidere sahip olduğu yetmiyormuş gibi o liderin neredeyse her dönem kadınları aşağılayan bu laflarını başta kadınlar olmak üzere alkışlarla onaylayan bir çoğunluğa sahip,

Ne idüğü belirsiz, sırf iktidar yalakalıklarıyla yıllardır yolunu bulan bir hanzonun, Özgecan'ın ölümü üzerine yine yaranmaya çalıştığı kesime hoş görünmek için yaptığı insanlık suçu açıklamasının karşılığında kendisini yaratan programdan atılmasıyla mutlu olabilen duyarlılara sahip,



Yılda kayıtlı 300, kayıt dışı en az 1000 kadın cinayeti yaşanırken çözümü pembe otobüs, dolmuştan en son inme, panik butonu gibi yöntemlerle arayan, farkındalık kampanyalarını bile "Adam ol, bunu yapan erkek değildir" gibi erkeği yüceltip kadını aşağılayarak kurgulayan,

"Özgecan milat olsun" diyip; Serpil Öğretmen ve annesini, Ayşe Paşalı'yı, Pippa Bacca'yı, Fatma Nur Çelik'i, N.Ç'yi, Zeynep Taş'ı milat ilan ettiği günleri çabucak unutan bir toplumda erkek olarak doğmuş şanslı(!) bir birey olarak bu toplumun en ufak bir ilerleme kaydedeceğine inanmıyorum.

Ne umudum ne de bu topluma karşı en ufak bir inancım yok. Kendisine ve yaşadığı topluma bir şeyler katabilmeyi görev edinmiş kişilerin aşağılanıp, gelişimi sadece betondan, arabadan, yoldan, cep telefonundan ibaret gören organizmalarla bir arada yaşamaktan da yoruldum.

Eşimin, annemin, kız kardeşimin, sevgilimin, teyzemin, yengemin yalnız sokaklarında bile dolaşamadığı, başına bir iş gelse polisini bile aramaktan çekindiğim bu ülkenin taşı toprağı benim için kutsallıktan çok çok uzak.

O yüzden ne Özgecan'ın milat olabileceğine inanıyor, ne de çözüm mercii olarak görülen bu ülkenin devletine, hukukuna, yasalarına inanmıyor, güvenmiyor ve hiçbir zaman da güvenmeyeceğim.

Bu toplumun artık kaybolmayacak dinamiklerini tamamen çözdüğümden dolayı da hayalim değil ütopyam, bir gün aşağıdaki videoda izleyeceğiniz bireylerin yetişkin olduğu bir toplumda yaşayacak imkanlara sahip olabilmek.


Seçeceğimiz Yol

$
0
0
Aylardır, hatta yıllardır neredeyse birçoğumuzun hayatının dönüm noktası olabilecek olan seçimlere 1 haftadan daha az bir zaman kaldı. 80 darbesinden sonra doğanların nüfusun büyük bir kısmını kapsadığı toplumumuzda, ailelerimiz tarafından apolitik yetiştirilmiş, "Aman evladım sen olaylara karışma"öğütleriyle büyümüş bir çoğunluk olarak birçok seçim yaşadık ama sanırım bu kadar politize olduğumuz, hayatımızın merkezine siyaseti bu kadar almak zorunda kaldığımız bir dönem olmamıştı.

Özellikle Gezi'ye götüren süreç, Gezi Parkı Direnişi, 17-25 Aralık, tartışmalı 30 Mart seçimi, Cumhurbaşkanlığı seçimi, 4 rüşvetçi milletvekilinin mecliste aklanmasının sığdığı şu son 2,5-3 yılda; bindiğiniz otobüste, vapurda tanımadığınız insanlarla bile kendinizi siyasi tartışmaların içinde bulmayı bırakın sevgilinizle yediğiniz romantik bir akşam yemeğinde bile gündeminiz eninde sonunda siyasi mevzulara gelip dokunur hale geldi.

Peki neydi bizleri bu kadar politize eden?

Neydi akşamları televizyonda siyasi tartışmaları izler bir hale getiren?

Neydi hepimizin beyninde adeta bir ur gibi yerleşmiş, nefes almamızı zorlaştıran, zaten nadir hale getirdiği kahkahalarımızı atarken bile hemen ardından pişmanlık duymamızı sağlayan?

Şüphesiz ki bunun tek nedeni iktidar partisi olan AKP ve başındaki Recep Tayyip Erdoğan'ın özellikle 2007 yılından sonra toplumu "Kendisini destekleyenler ve desteklemeyenler" olarak adeta ortadan ikiye ayıran ayrımcı, ayrılıkçı, şiddet politikasıydı.

Aslında bu tabloyu daha iyi anlayabilmek için biraz daha geriye gidelim.

2002'de Bülent Ecevit, Süleyman Demirel(CB olsa da), Necmettin Erbakan (yasaklı olsa da), Tansu Çiller, Mesut Yılmaz gibi isimlerden ve temsil ettikleri siyasi oluşumlardan artık bıkmış olan Türkiye halkı "Yeni bir umut" olarak gördüğü Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AK Parti'yi iktidara taşımıştı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken okuduğu bir şiirden dolayı hapis yatmış, mütevazi yaşamıyla 'halktan biri' imajı çizen, bir basın toplantısında tek servetinin parmağındaki alyansı olduğunu, 3. köprünün rant için yapılmaya çalışıldığını ve çevre katliamı olduğunu söyleyen, hatta ve hatta kendisi hala siyasi yasaklı olduğu için seçime bile giremeyen Tayyip Erdoğan'ın Darth Vader misali karanlık tarafa geçişi ve dönüşümünü tamamlayışına şahit olduk son dönemde.

Kimilerine göreyse zaten saf kötülüğün vücut bulmuş haliydi ve sadece gücün eline geçişini beklemişti kendisi. Güç eline geçince de sadece toplumu ikiye bölmemiş aynı zamanda da yolsuzluk, israf, yalancılık, halkına zulmetme, kumpaslar düzenleme, yalancılık, dini değerler üzerinden siyaset yapma, manipülasyon, seçim hileleri, hırsızlık, kanunları-anayasayı çiğneme, İslami terör örgütlerine yardım gibi aklınıza gelebilecek neredeyse her suçu işleyen organize bir suç örgütüne dönüşmüştü AKP iktidarı.
Bunu gören ve adeta evrensel hukuka dair tüm suçları işleyen bu iktidarın hala destek bulduğunu, ortaya çıkmış tüm suçlarının nasıl örtbas edildiğini, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren elde edilmiş tüm kazanımların nasıl birer birer yerle yeksan edildiğini gören toplumun yarısı isyanda iken, diğer yarısı ise sonradan aslında kendi söyledikleri gibi "Halka hizmet" amacıyla değil de adeta rant yaratıp kendi ceplerini doldurmak için yaptıkları hizmetlere kanarak AKP iktidarını ölümüne bir biatla savunuyordu.

Toplumun o kesimi için RTE ve partisi yollar, hastaneler, hava alanları, köprüler yaptığı sürece diğer yaptıklarının ve yasakladıklarının bir önemi olamazdı. Sonuçta "Adamlar yiyor ama çalışıyor" idi.

İşte çatışma da tam bu noktada başladı.

Tayyip Erdoğan'ın artık "yeme" ve "yedirme" alışkanlıklarının dışında, 2009'dan sonra kendisine destek vermeyenlere tahammülsüzlüğü baş gösterdi.

1 Mayıs'ı bayram ilan eden, Taksim'de kutlanmasına izin veren bir liderken, kendisini protesto eden bir genç kıza "Kadın mıdır kız mıdır belli değil" gibi cinsiyetçi, biber gazından hayatını kaybeden öğretmen Metin Lokumcu için "Beni ilgilendirmez" gibi vicdansızca yorumlar yapabilen birine dönüşmüşü. Ya da kimilerine göre artık "rol yapmıyordu".

Zaten "değiştik" diye başladığı yolda artık kendisi açık açık "Kusura bakmayın bu Tayyip Erdoğan değişmez" demeye başlamıştı.

"Bu kadarı da olmaz" dedikçe, "Biz bu millete hizmetkar olmaya geldik" diyen, tek serveti parmağındaki yüzüğü olan Erdoğan, karunlaşıyor, servetine servet katıyor, israfı meşrulaştırıp yasama yürütme ve yargı organlarının hepsini kendinde toplamayı başarıyordu. Artık zamanında beraber yürüdüğü topluluklara bile tahammülü kalmamış, destekleyen değil, biat eden bir güruhu yanında görmek istiyordu.

Hal böyleyken artık okuduğu üniversitenin anlamlı kalmayan, girdiği sınavların formalite icabı olduğunu gören, komik asgari ücretle sadece ev kirasını ödemeyi başaran, kredi kartlarına mahkum, her gün kadın cinayetleriyle uyanan toplumun yarısının, buna ses çıkarmayan ve zalimi sırtında taşımakta bir beis görmeyen hatta onu kahramanlaştıran, putlaştıran (ki yıllarca eleştirdikleri Kemalistlerin Tayyipist versiyonu oldular) güruhla arası gerildikçe gerilmeye başladı.

AKP'li kardeşiyle konuşmayan, AKP'ye oy vermedi diye en yakınını dinden çıkmakla itham eden iki tarafa bölünen toplum sonunda bu biriken öfkeyi dışa vurmaya başladı.

Bu biriken öfke şehirleri giderek betonlaşan, ayağını basıp da elektriğini boşaltacağı bir avuç toprağa muhtaç halkın bir kesimi Gezi Parkı'nda uzattığı böreğe biber gazıyla karşılık veren iktidarın polisine karşı isyan etti. Bu isyan giderek büyüdü ve tarihin en büyük sivil toplum hareketlerinden biri ortaya çıktı.

Sadece İstanbul'da değil tüm yurtta yüzbinlerce insan bu isyana katıldı.


İşte bu direniş belki de mevcut iktidar için köprüden önce son çıkış, karanlık taraftan aydınlığa son geçiş fırsatı, Neo'ya uzatılan mavi ve kırmızı haptan birini seçmek için son şanstı.

Tayyip Erdoğan o gün çıkıp betonlaşmış şehirlerinde kalmış sayılı yeşil alanlardan birini griye teslim etmek istemeyen gençler için "Sizi anlıyoruz, sizi de kucaklıyoruz" demek yerine; onları "bir avuç çapulcu ayyaş" olarak addetti.

Bu da yetmiyormuş gibi eylemler sırasında öldürülen gençleri terörist, kendisine yakın gördüğü genci ise "şehit" olarak kalabalıklara haykırdı. Hatta henüz 13 yaşında öldürülmüş olan bir çocuğun acılı annesini bile kalabalıklara yuhalatacak kadar sertliğin de ötesinde vicdansızca bir keskin çizgi çekti ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girildi.

Artık toplum ikiye bölünmüştü. Ama bu bölünüş yıllarca "Ülkeyi bölmeye çalışıyorlar" diye feveran edenlerin dediği gibi Türk-Kürt bölünmesi olarak değil, "AKP'liler ve AKP'li olmayanlar" olarak vuku bulmuştu.

Öyle ki; koyu bir milliyetçi ile bir Kürt gördükleri adaletsizliklere karşı aynı safta yer alırken; Tayyip Erdoğan destekçileri ise bunu kendilerine karşı bir ittifak olarak görüyor, Erdoğan'ı daha da sıkı savunur hale geliyordu.

Gezi Parkı Direnişi'nden sonra artık memleketin yarısını kazanmak yerine, elindeki yarısına sıkı sıkı sarılmayı tercih eden Erdoğan daha da sertleşiyor ve kendisine sonsuz biat edenlerden bir ordu kurma yolunda Neo-Osmanlı temasıyla bir Yeni Türkiye naraları atmaya başlıyordu.

Seçtiği yola daha yeni adımını atmışken 17-25 Aralık skandalı patladı.

Mütevazi, mağdur, halktan gelen Recep Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlığının ilk döneminden sonra giderek zenginleşmeye başladığı biliniyor, oğullarının, damadının, akrabalarının, ekibinin, neredeyse tüm AKP kurmaylarının eş dost hısım akrabalarının değişen yaşam tarzları ve büyüyen servetleri gözle görülür bir haldeydi zaten ama en sıkı karşıtları bile bu değirmenin suyunun böylesine kirli olabileceğini tahmin edemiyordu.

"Yiyor ama çalışıyor" diyen cahil ve saf(!) kesim,
Sınırsız biatçılar,
Kendi cebini de dolduranlar,
Elde ettikleri kazanımlarına hatrına susan kesimin dışında,
Yolun başından beri AKP ile birlikte yola çıkan Cemaat'in Mavi Marmara, 7 Şubat ve dersanelerin kapatılma sürecindeki uyarılarından sonra artık AKP ile yollarını ayırdığı 17-25 Aralık, bize AKP'nin tahmin edilenden çok daha karanlık bir oluşum olduğunu gösteriyordu.

Zira bahsi geçen yolsuzluğun boyutu belki de tüm insanlık tarihinin gördüğü en büyüğü idi. Ne ABD Başkanı Nixon'ı koltuğundan eden Watergate skandalı, ne yakın tarihimizdeki İSKİ yolsuzluğu 17-25 Aralık'ta telafuz edilen paraların ve hukuksuzlukların milyonda birine bile yaklaşamayacak durumdaydı.

Başbakanın evindeki milyon euroları sıfırlamaya çalışan oğullar, evdeki evrakları imha etmek için çabalayan damatlar, "Birkaç kuruşum var Baba 1 trilyon falan" diyen Bakan çocukları, 700.000 euroluk kol saati hediye alan Bakanlar, orospunun ve memurun maaşını önceden veren hayırsever iş adamları, "Gerekirse savcıyı da alın" diyen bürokratlar, milletin amına koyma sözü veren iş adamları, "O arazileri bana sormadan kimseye verme" diyerek ihaleleri iptal ettiren Başbakan'ın kirli dünyasında konuşlanmıştı.

Üçüncü dünya ülkelerinde bile ortaya çıkması halinde sorumlulularının siyasi hayatlarını bitirecek, insan içine çıkamayacak duruma getirecek ve kalan hayatlarını hapis olarak sürdürecekleri bu skandalın ardından çok da beklenmeyen bir şey oldu.


Yıllarca aynı davaya baş koyduğu, zamanında "Ben de bu davanın savcısıyım" dediği ve birlikte hareket ettiği yapının ortaya çıkardığı skandal sonrası "Paralel Yapı" kavramı ortaya atıldı ve savcılar görevden uzaklaştırıldı ve Erdoğan'ın son 5-6 yılda kurduğu yapı meyvesini verdi.

Dokunulmazlık zırhından da öteye geçen Erdoğan artık ülkenin tek hakimi, yasaması, yürütmesi ve yargısıydı.

RTE "Paralel Yapı" ismini bulduğu Cemaat'in tüm mensuplarını, artık ne derse desin inanacak kitlesine 'Haşhaşi' olarak lanse ediyor, daha 3 ay önce Türkçe Olimpiyatları'nda "Gel de hasret bitsin" dediği Fethullah Gülen'i teröristbaşı ilan ediyordu. Cemaatin bizzat Erdoğan tarafından devletin en önemli kurumlarına getirilmiş tüm mensupları görevlerinden uzaklaştırılıyor, 28 Şubat sürecinde yaşananları devede kulak bırakacak bir ayrımcılığa uğruyor, savcılar görevden alınıyor, beğenmediği kararı veren hakimler hapse atılıyordu.

Erdoğan'ı bizzat besleyen Cemaat, yarattığı Frankenstein tarafından lağvedilmeye çalışılırken ülkede artık "Hukuk Devleti" ibaresi tamamen rafa kalkıyordu.

Bu çekişme devam ederken Soma'da bir facia ya da bir katliam olarak adlandırabileceğimiz bir olay yaşandı.

301 madencimiz hayatını kaybetti.

Daha önce Uludere'de devletin kendi vatandaşlarını vurmasına "Tazminatı neyse ödedik" diyen Erdoğan, yandaş iş adamlarına seçim dönemlerine yakın kitlesini elde tutmak için yaptığı kömür yardımlarına olanak sağlama amacıyla peşkeş çekilen madenlerdeki işçilerin katledilişini, 1890'larda yaşanan kazalardan örneklerle savunuyor, kendisini protesto eden bir işçiyi yerlerde tekmeleyen danışmanını "Yedirmeyiz" diyerek kanatları altında tutmaya devam ediyordu.


Ardından tarihin en büyük yolsuzluk ve hukuksuzluklarına imza atan Erdoğan'ın tüm yaptıkları yanına kar kalmayacağı gibi bir de ödüllendiriliyor ve ülkenin seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı oluyordu.

Atatürk Orman Çiftliği'ne hukuksuz yollarla, mahkeme kararına karşı yapılan Saray, daha önce Başbakanlık Binası olarak adlandırılmasına karşın, RTE Cumhurbaşkanı olunca Cumhurbaşkanlığı Sarayı oluvermiş ve Erdoğan'ın saltanatının artık bir simgesi haline gelmişti.



Artık Erdoğan dönüşümünü tamamlamıştı.

"Sarayında biraz sakinleşir, durulur" diyenler ise yanılıyordu. Erdoğan artık tam yerini bulmuştu. Devletin tüm kurumları anlamını yitirirken Cumhurbaşkanlığı kurumu da artık sadece bir kelimeden ibaretti. Zira Erdoğan tarafsız olacağına yemin ettiği bu kurumda adeta AKP sözcülüğüne devam ediyor ve neredeyse her gün muhalefete yükleniyordu.

Tüm bunlar yaşanırken içinde yaşadığımız toplum iyice gerildi.

Rüşvet yedikleri, milyon dolarları götürdükleri apaçık belli olan Bakanlar yargılanmaya bile götürülmedi ve aklandı.

Asgari ücretin 900TL olduğu ülkede Bakanların taktığı milyonluk saatler halkın gözünün içine baka baka, sırf ucu Erdoğan'a dokunmasın diye peçete kağıtlarına yazılmış belgelerle(!) yok sayıldı.

En başından beri İslami değerlere sarılan ve halkına inançlı, imanlı biri olduğunu yansıtan Erdoğan'ın döneminde artık İslam sadece kapılar açan bir araca dönüştü.

Biatçılar Erdoğan'ı "Allah'ın tüm sıfatlarını üzerinde toplamış, dokunmanın ibadet olduğu, doğduğu ve yaşadığı şehirlerin kutsal olduğu" biri olarak yansıtmaya başladı. Bu durum "inançlı, imanlı" olduğunu iddia eden Erdoğan'ın tepkisini çekmeyi bir kenara bırakın hoşuna gidiyor, kendisini "Halife, Ortadoğunun Lideri, İslam Aleminin Kahramanı" olarak görmeye başlıyordu.

%99'u Müslüman olduğu iddia edilen toplumun AKP'ci kesimi ise Erdoğan'ı adeta ikinci bir peygamber olarak görüyor, eğer yolsuzluk, hırsızlık, israf, yalan vb. ne günah varsa işlediyse bile bu yolda mübah olarak görüyordu.

Zaten bulunan o paralarla da camiler yapılacak, imam hatipler inşa edilecek, dindar bir nesil yetiştirilecekti.

Her şeyin mübah olduğu "AKP Müslümanlığı" yayılırken, halkın diğer kesimi için "Selamın aleyküm, inşallah maşallah" diyip tüm pislikleri gerçekleştiren bu kesim ve bu kesimi hala savunanlara karşı bir tahammülsüzlük, bir nefret oluşmaya başlamıştı.

Tarım yaptıkları topraklarından rant uğruna madenlere itilen çiftçiler,

İktidarın koruduğu iş adamlarının üç kuruşa köle gibi çalıştırdıkları işçiler,

Kadını ikinci sınıf insan olmaktan da geriye iten sosyal politikalar,

Kadın cinayetleri, tecavüzler ve iyi halden aklanan tecavüzcüler,

Rant uğruna betona dönen şehirler,

İhtiyaçtan önce birilerinin cebini doldurmak için yapılan köprüler, üniversiteler, havaalanları (Haftada 1 uçağın indiği havaalanlarımız mevcut)

4+4+4 gibi pedagoglara, eğitimcilere danışılmadan gökten indirilen eğitim sistemi ve alınan başarısız sonuç,

"Zorunlu Kimya, Fizik, Matematik oluyor da niye din dersi olmasın" gibi bir söylemle ile üniversitelerde fizik, kimya bölümlerinin kapatılmaya gidilen bir bilim yaklaşımı,

"Yasakları kaldırıyoruz" diye iktidara gelip sansür, Twitter, Youtube gibi tüm dünyanın dalga geçtiği yasaklar silsilesi,

"Affedersiniz Ermeni, Rum" gibi ifadeler kullanıp sonra da "Biz Osmanlıyız" diyebilen bir cehalet ile bugünlere geldik.

Erdoğan bu süreçte kendi işlediği suçlara ortak olanları koruduğu yetmiyormuş gibi, Diyanet İşleri Başkanı gibileri de kendi yanına çekerek elini kolunu bağladı, kendisine bağımlı hale getirdi.

Şimdi biliyor ki ona bir şey olursa hepsinin sonu gelecek.

Artık bu ülkenin önünde AKP ya da diğerleri,

İslami değerler ya da gavurluk(!),

Eski ya da Yeni Türkiye gibi seçenekler yok.

Bu seçim net bir şekilde İyi ve Kötü'nün seçimi.

Kendi deyimleriyle AK olan ama neredeyse ülkenin üzerine çalmadık Kara bırakmayan bir partiye evet demenin ya da dememenin seçimi bu.

"Ben oy vermiyorum şekerim"
"Benim için hepsi aynı"
"Onlar yiyor da yerine gelecek yemeyecek mi sanki pehh" diyebileceğiniz romantiklikte bir seçimle karşı karşıya değiliz sevgili sabırlı okuyucular.

Bu seçimde tüm dünya tarihinin gördüğü belki de en karanlık lideri onaylıyor muyuz, onaylamıyor muyuz? Onu seçeceğiz.

Abartmıyorum inanın.

Tek şansımızın dünyaya 50 sene geç gelmiş olduğu bir lider Erdoğan.

2015 yılında ve 90 yıllık kör topal modern bir toplum olma yolunda gitmeye çalışan bir hukuk devletindeyiz. Dolayısıyla 6-7 yılda bu yapıyı ancak bu kadar yıpratabildiler. Daha fazlasını siz onaylayacaksınız.

Abarttığımı, "Öyle olsa sen bu yazıyı yazabilir miydin?" de diyebilirsiniz.

Kaldı ki bu yazıyı yazdıktan sonra başıma bir şey gelmeyeceğinin garantisi de yok.

Ben yolumu ona göre seçtim artık. Çünkü artık nefes alamıyorum. Artık mutlu olamıyorum en mutlu anımda bile.

Artık sokağa çıkmak istemiyorum, hayattan zerre zevk almıyorum.

Çünkü etrafımda adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yalancılığın, kötülüğün, cehaletin kutsallaştırıldığı bir ülke görüyorum.

"Havasına, suyuna taşına toprağına" bakıyorum ve memleketimde hapis hayatı yaşıyor gibi hissediyorum.

Dediğim gibi ben yolumu çoktan seçtim.

Umarım birlikte seçeceğimiz yol, kötülerin yanında yürüyeceğimiz bir yol değildir.

Bu Vatan Bölünemez!

$
0
0
"Türküyemizi kimse bölemez, bu vatanın her karışı bizim!"

En iyi Kürt ölü Kürt'tür.

Kürtler'in dükkanlarını yakalım hep beraber.

"Kürt Böreği" sipariş edene, Mardinli midyeciden midye alan yapıştıralım tokadı.



Aleviler zaten münafık onları Madımak'ta diri diri yaktık. Zaten camiye de gitmiyorlar.

Ermeniler'i zaten sürdük, soykırım yapmadık ama sırtlarından vurduk "milliyetçi duygularla". O "Hepimiz Ermeniyiz" diyenler de vatan haini zaten. O yüzden o Ermeni tohumları da defolsun gitsin.

Rumlar zaten gavur, onların dedelerini nasıl da deniz döktük. Gebersin şerefsizler.

Romanların alayı da hırsız. Şerefsizler ya işleri güçleri çalgı çengi içki kumar. Pislikler ya.

Bak Araplar din kardeşimiz ama Suriyeli mülteciler çok pis kokuyor. Defolsunlar gitsinler bize ne ülkelerinde savaş varsa. Her sokağın başında bi dilenci. Bana ne kardeşim ülkende savaş varsa siktir git savun ülkeni Allah Allah ya.

Kobani'deki savaştan bize ne hem. IŞİD biraz psikopat olabilir ama sonuçta orda PKK'lıları öldürüyor. Hem aslına bakarsan dinen yaptıklarına bi şey de diyemeyiz. Pardon ya IŞİD demişim. DAEŞ DAEŞ. Hatta DAİŞ, DİAŞ öyle bi şey işte. IŞİD değil. Bayır Buck Türkmenleri'ne yardım gönderiyoz hem biz.

Kıyıya ölüsü vuran çocuğa üzüldük bak. Kürt ama; yazık yine de.

Bütün Kürtler PKK'lı sayılır zaten. Askerlerimizi öldürüyor şerefsizler. Bu savaşı tüm Kürtler yok olana kadar devam ettireceğiz. Bizden 16 gidiyor ama onlardan 200-300 gidiyor. Heyt be. Böyle giderse 1 koyup 20 vuracağız. Fedakarlık lazım tabi.

Barış diyeni alnından vururum ne demek ulan barış. Ne barışıcam. Nankör köpek bunlar. Bu savaş devam edecek. Bordo Bereliler var hepsini indirir. Ama 1 aylık eğitimle hiç silah tutmamış kardeşlerimizi gönderiyoruz önce savaşa, onlar bi ölsün de Bordo Bereliler devreye girer. Ama bu arada benim kardeşim, eşim, dostum ölmesin ha. Fakirlerin çocukları ölsün. Onlar zaten "Vatan sana canım feda" diyebiliyorlar kolayca. Cenazeye gider sloganımızı atarız "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye. O kadarını da yapalım yani.

Neyse bu vatanın her toprağı bizim. Hepimiz kardeşiz ha.

Ama Hain Kürtler, Rum Tohumları, Ermeni Dölleri, Gavur Gayrimüslimler, Kafir Aleviler, Süryaniler, Zazalar, Çinliler ve Çinliye benzeyen tüm çekik gözlüler, Pis Çingeneler ve Romanlar, Yahudi şerefsizler siktir olsun gitsin.

Aslında Sivas'tan doğusunu komple ateşe verecen ha. Al sana çözüm.

Neyse ne diyorduk.

Bu vatan bizim, böldürmeyiz!!!





Az

$
0
0
Gece saat 02:00. Dün ne güzel sonunda 12’yi bulmadan uyuyabilmiştim. Bu aralar kaçırdım yine uyku düzenini. Sabaha karşı yatmalar, öğleden sonra kalkmalar falan başladı. Ama dedim ya dün ne güzel 12’yi bulmadan uyuyakalmıştım. Hoş, erken yatsam ne olur, geç yatsam ne olur...

Yok ya düzenli olmak güzel. Vallahi bak. Son 1 senedir nispeten düzenli yaşıyorum. Hiç olmadığım kadar iyi de hissediyorum kendimi. Ama işte son 2-3 haftadır yine bi uyku düzensizliği başladı.

Geri geldim İzmir’e. 1 sene olacak kısa bir süre sonra. 

Özlemişsinizdir bambaşka bi şey anlatırken aniden yazının ortasında pat diye alakasız bi şey söylememi. Bakın yine yaptım. 

Giderken “Gitmem gerek artık yetmiyor burası” diye gittiğim şehre “Gelmem gerek artık çok yordu orası” diye geri döndüm. 6 yıl sonra. (Bazen “7 yıl sonra” diyorum birilerine anlatırken İstanbul’da kaldığım süreyi. Aslında çok daha uzun geliyor. Ne bileyim 10 yıl falan gibi mesela.)

Çok iyiyim.  Gerçekten. 

Özlemişim İzmir’i. Herkesi, her şeyi. Giderken “yetmiyor” dediğim şeylerin yetmemesini de özlemişim. Az, bayağı çokmuş meğersem.

Şu an bi şeyler anlatasım yok aslında. Sadece yazasım var. Aslında yazacak da anlatacak da çok şeyim var ama şu an anlatasım yok; 'sadece' yazasım var.  Ama anlatmadan. 


Ne diyordum? Ne demiştik en son?

02:10 olmuş. Ooo paslanmışım ha. Eskiden olsa 10 dakikada sayfaları doldurmuştum. Durun bi açılırım yine. Çok şey oldu, çok şey birikti. Ama iyiyim. Valla. 

Son 1 senem herkese iyi olduğumu söylemekle geçti. Aslında kötü olduğunda bunu söyler insanlar değil mi? “İyiyim ya merak etmeyin” der kafası kanayan adam. Ama yok hakkaten iyiyim. 

Şarj oluyor gibi hissediyorum kendimi. İyileşiyor gibi. Kendine geliyor gibi. 



Ne bir kimse, ne bir olay, ne bir şehir, ne bir durum değildi şimdi “İyiyim” dememi gerektirecek geçmişteki kötü.  Aslında hepsiydi de bunu herhangi bir “şey”e indirgeyip geçmişle hesaplaşmak, geçmişle yaşamak, keşkeler, neyseler, aslındalarla devam etmek istemiyorum. Beni üzen, benim üzdüğüm kişiler, durumlar, olaylarla yaşamak, hesap sormak, hesap sorulması... İstemiyorum. 

Hani derler ya “Önüme bakmak”. İşte onu istiyorum. Yapıyorum da. 

“Ne diyor lan bu lavuk” dediğinizi duyar gibiyim; ama dedim en başta bi şey anlatmak istemiyorum. Sadece yazmak istiyorum. Yazdım da. En azından başladım yazmaya. 

Özlemişim. 

Kutlu Olsun Hayalin

$
0
0

Öyle saf, öyle temiz, öyle aydınlık atmışsın ki bazı şeylerin temelini, yıllardır ellerinden gelen pislikleri yapsalar da bir türlü istedikleri o karanlığı oturtamıyorlar senin temelinin üstüne. 

Olmuyor. 

Çok güçlenseler, her yeri ele geçirseler, dört bir koldan saldırsalar da yaptıklarını yıkabilmek, o temeli yok edip kendi betondan içi boş karanlıklarını kurmak için, başaramıyorlar. Başaramayacaklar da. 


Çünkü onlar senin gibi aydınlık bir gelecek için değil sadece ve sadece karanlık, içi boş, vizyondan, eğitimden, ilimden bilimden yoksun bir para zenginliği için yapıyorlar bunu. Öyle olunca da evet başaramıyorlar. Senin temelinin üzerine de hiçbir zaman oturtamayacaklar o karanlığı. Başardık sanacaklar sadece en fazla işte şimdiki gibi. 

"Ama eleştirilebilecek yönleri de vardı yani" diyenler de oldu evet. Hatta ben de demişimdir belki bir yerlerde. Ama zaman ilerledikçe, senin imkanlarının onlarca katına sahip olanların yaptıklarını gördükçe; senin elindeki 'güçsüz gücü' neye çevirdiğini çok daha iyi anladık. 

İyi ki vardın; hakkını, mirasını çok yedik be güzel insan. 

Kutlu olsun hayalin. 

16 Yıllık Anket

$
0
0
Merhaba,

Nasılsınız? Uzun zaman oldu farkındayım. Çok şeyler oldu ama şu an onlar için açmadım blogu. Size kişisel değil hepimizi ilgilendiren bi şeyler anlatacağım.

Bildiğinizi gibi Pazar günü bir seçime gideceğiz. Seçimden ne sonuç çıkarsa çıksın artık yepyeni bir dönem başlayacak. Bu dönem ya kapkaranlık bir dönem olacak ya da aydınlık günlere kavuşmuş olacağız. Bu yazıda da aslında size duymadığınız şeyler söylemeyeceğim. Hep beraber yaşadığımız şu 16 yılın bazı hatırlatmaları olacak.

Son 16 yıl gerçekten çok zor oldu hepimiz adına. Pazar günü de bu dönemi kapatma umuduyla gideceğiz sandığa. Ama bu bir seçim olmayacak bana göre.
Biz Pazar günü bir seçime girmeyeceğiz.
Oylama olmayacak yaptığımız şey.
Biz 24 Haziran Pazar günü bir ankete gireceğiz.



"Kötülüğü destekliyor musunuz?" diye sorulacak bizlere...

"Vicdanınız hiç mi sızlamıyor?" denecek.

"Kalbiniz acımıyor mu hiç?" sorusuna cevap vereceğiz.

"16 yıldır bu ülkenin tüm değerlerini, vicdanı, iyiliği, temizliği yok etmiş bir oluşumun hala arkasında mısınız?" diye soracaklar...

Akşam vakti biz seçim sonuçlarını takip etmeyeceğiz.
Sonuçlar açıklandığında parti oranları olmayacak önümüze düşen.

Biz Pazar günü bu topraklarda yaşayan iyi ve kötü insan sayısını öğreneceğiz.

"Yav şimdi ne alaka? Hiç mi iyi insan yok bu iktidara destek veren?" diyenleriniz olacaktır. Peki o zaman gelin şöyle birkaç soru sorayım sizlere.

Hazır mısınız?

Pazar günü tercih mührünü şu sorulara yanıt olarak vuracaksınız oy pusulasına:

Siz 301 madencimizin öldüğü cinayetten sonra, "Aynı kaza 1890'da İngiltere'de oldu" diyen RTE'nin ve protestocu madenciyi tekmeleyip ayağı zarar gördü diye sağlık raporu alan, madenciyi işinden eden, üzerine 10 ay hapis cezası almasını sağlayan Yusuf Yerkel gibilerden yana mısınız,



Demokratik protesto hakkını kullandığı için polis tarafından biber gazına maruz bırakılan ve hayatını kaybeden öğretmen Metin Lokumcu'nun ölümünü kendisine hatırlatan gazeteciye "Ben bilmem" diyerek umursamadığını söyleyenleri onaylıyor musunuz,

Gezi eylemleri sırasında 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ı linç eden esnafları, Ali İsmail'i muayene etmeyip "Hipokrat da zaten gavurdu, ona verdiğim yemini tutmak zorunda değildim, içim rahat" diyen doktoru, ölüm yıldönümünün olduğu gün "Esnaf gerekirse bekçi de olur polis de" diyen malum zatı onaylıyor musunuz,



Megri Megri türküleriyle sözde barış süreci ilan edenlerin, oy kaybettikten sonra barış diyenleri gözaltına alması, işlerinden atması, hapislere tıkması, kardeşini kaybeden Yarbay Mehmet Alkan'ın acıyla "O zaman barış diyenler, şimdi neden savaş diyor" sorusuna karşılık apoletlerinin sökülmesi içinize siniyor mu,



Görme engelli bir vatandaşın kendisinden işiyle ilgili bir istekte bulunması üzerine Bakan Recep Akdağ'ın "Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz gelmiş bir de konuşuyorsun" diye azarlaması size çok mu normal geliyor,



Kendisine sadece ilaçlarını bulamadığı için derdini anlatmaya gelen kanser hastası genç bir kızın avucuna para sıkıştırıp "Ben dilenci değilim" cevabını aldığında da "Ne yapayım işte para verdim" diyen Bakanların halkı düşündüğüne inanıyor musunuz,


Yaşanan terör saldırısından ve onlarca insanımız hayatını kaybettikten sonraki basın toplantısında kendisine yöneltilen istifa edecek misiniz sorusuna sırıtarak karşılık verebilen bakanları hak ediyor muyuz,



Çocuk yaşta evliliklerin önünü açacak yasayı "Bunlar tecavüz değil ki hem KÜÇÜĞÜN RIZASI var" diyebilen ADALET Bakanı'nın zihniyeti size yakın mı,


Yalova'da öğrencilerinin en sevdiği öğretmen Halil Serkan Öz'ü okul ziyareti sırasında kıyafetini beğenmedi diye öğrencilerinin önünde aşağılayan, azarlayan ve üzüntüden ölümüne sebep olan valinin pişkince yaptığını savunması canınızı acıtmıyor mu,



Gözaltında işkence ve tacize uğrayan Mimar Onur Yaser Can'ın polis kendisinin tekrar karakola çağırdığında tekrar aynı şeyleri yaşamak yerine intihar etmesi, annesinin acısına dayanamayıp onun da canına kıyması, babasını ve kızkardeşinin sönen hayatları içinize siniyor mu,



Hayatını bu ülkenin insanları daha aydınlık daha çağdaş insanlar olsun diye adamış Türkan Saylan'a hasta yatağında yapılanlar, iftiralarla kumpaslarla intihara kadar sürüklenen, hasta yatağında kelepçeli halde vefat eden komutanlara yapılanlar "Oh olsun" mu diyorsunuz,

Küçücük çocuklara tecavüz edildiği ortaya çıkarılan bir vakfın sırf yöneticileri iktidara yakın diye araştırma önergesinin bile hem de oylama kabul edildiği halde AKP'li başkanvekili tarafından araştırılmasının bile reddedilmesini, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı'nın "Bir kere böyle bi şey oldu diye bu vakıf karalanamaz, biz Ensar Vakfı'nı biliyoruz" diyerek olayı geçiştirmesini, çocukların ailelerine para verilerek, tehdit edilerek şikayetten vazgeçirilmesini, oylama sonucu araştırma reddedilince milletvekillerinin bakanı tebrik edişini vicdanınıza anlatabiliyor musunuz,



Ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk'ün, bu ülkenin tüm temel dinamiklerini oluşturan birçok değerinin her geçen gün yok edilmesi, kendisinden "Ayyaş" diye bahsedilmesi, adının verildiği her yerden neredeyse silinmesi hiç mi vicdanınızı sızlatmıyor,

2004 yılında Milli Güvenlik Kurulu kararınca faaliyetlerinin araştırılması kararı alınan Fethullah Gülen Cemaati'ni sonraki yıllarda devletin tüm kademelerine yerleştiren, liyakatı hiçe sayıp sadece cemaatçi olmayı bir nişane olarak gören ve "Ne istedilerse verdik" dediği Hocaefendi'sini "Bitsin bu hasret artık gel" diye ağlaya ağlaya ülkeye davet eden, yıllar sonra ters düşünce kendisi "Kandırılmışız" diye işin içinden sıyrılıp iş adamından, baklavacısına, mobilyacıdan, kendi açılışını sırıtarak yaptığı banka çalışanına kadar herkesi terörist ilan eden ama bu örgütün en büyük destekçilerini Bakanlık makamında tutan birine hala güvenebiliyor musunuz,



Wikipedia, Booking,  Paypal, UBER gibi yeni çağın önemli girişimleri ülkemizde yasaklanırken, ÇiftlikBank gibi oluşumlar açılış yaparken devletin bu açılışlara kaymakam, müftü düzeyinde katılarak bir bakıma destek vermesi; 16 yılın sonunda tüm dünya gelişip, teknoloji bambaşka boyutlara gider, endüstri 4.0'ın öncüsü olma fırsatını betona yatırım yaparak harcayıp bir de üstüne seçim vaadi olarak kıraathanede kek ve çay göstermesi sizce vizyonerlik midir,



"Hayırsever bir iş adamı" denen İranlı 30 yaşındaki rüşvetçi genç Türk Bakanları parmağında oynatırken, ülkenin gelecek vaadeden gençleri protesto yapınca, tweet atınca, yazı yazınca, kendilerinden olmayınca içeri tıkılıp işkenceler görmesi hak mıdır,



1 buçuk yıl önce PKK tarafından öldürülen Eren'in annesine ev vermek için seçimden bir hafta öncesini bekleyen, o evin anahtarını da kalabalığın önünde annenin yaşlı gözleri önünde anahtarı sallayarak veren biri sizin için gerçekten vicdanlı mı,



Yandaş şirketler beslensin ihaleler alsın diye yapılan usulsüzlükler, "Hizmet yapıyoruz" diyerek aslında rant için yapılan doğa katliamları, her yıl değiştirilen ve çocuklarımızı birer morona çeviren eğitim sistemi, liyakatı hiçe sayıp kendine yakını, akrabayı, işinin ehli olmayanları alakasız mevkilere getirmeleri ve beyin göçünün hızla artması, adaletsizlikler, haksızlıklar, illegalin legal hale getirilmesi, hakkını arayanın susturulması, zorbalığın, kabalığın artık doğal hale getirilmesi, insanların normal bir ülkenin yıllar boyu yaşayamayacağı gündemleri burda birkaç günde yaşamayı artık yadırgamaz hale gelmesi,

Her iki lafından biri "Milli İrade" olanların insanlarda hala "Oy çalıyorlar, sandıklara sahip çıkalım" algısı yaratıyor olması ve istedikleri seçim sonucu çıkmayınca seçimi yenilemesi, kendilerine oy vermeyen herkesi "Vatan haini" olarak suçlamaları...

"Devlet Adamı" kavramının saygınlığını yerle bir eden, bağıran, çağıran, küfür eden, durmadan yalan söyleyen, kendi söylediğini ertesi gün yalanlayan, dün sahip çıktığını bugün hain ilan eden, dün hain ilan ettiğini bugün yanıbaşına alan, "Yurtta sulh, cihanda sulh" mottosuna dayanan devleti tüm dünyaya düşman ilan eden, kendi çocukları askere gitmezken, başkalarının çocuklarını ölüme gönderen, cenazelerini bile rahat bırakmayıp, elini tabuta koyarak adeta seçim konuşmaları yapan bir lideri bu ülkeye layık görüyor musunuz?



Tüm bunlar içinize siniyor mu?

Tüm bunları onaylıyor musunuz?

Tüm bu sorulara yanıtınız "Evet ben bunları destekliyorum adamlar yol yaptılar, hem istikrar önemli" mi?

İnanın çok daha fazlası var ve gerçekten düşünsek bu yukarıdakiler gibi sayfalar dolusu soru sorabiliriz. Ama gerçekten boğazıma bir yumru oturdu ve daha fazlasını yazamıyorum.

İşte bu yukarıdaki ve daha nice soruların yanıtını vereceksiniz Pazar günü.

İyi bir insan mısınız, vicdanınız var mı, zalimin, kötünün yanında mısınız bunu oylayacaksınız.

"Ya muhalafette kim var ağbi, bu adamlar gidecek de kim gelecek mi?" diyeceksiniz?

"Olan olmuş beni ilgilendirmez, ben kendi hayatıma bakarım" diyenlerden mi olacaksınız yoksa hesap soranlardan mı bunu söyleyeceksiniz.

Ne dersiniz?

Bir 15 seneniz daha var mı bu anketi yanıtlamak için?

Yazmaya Koşmak

$
0
0
Merhaba.

Naber? Nasılsınız? Bir dakika önce bi şarkı açalım. 



Ben iyiyim. Epey zaman oldu değil mi gene? Bu sefer bayağı oldu evet. Twitter’da bahsetmiştim size, aynı girizgahı yapacağım şimdi. 


Son 1-2 yıldır mecralarda bana en çok gelen soru şu oldu: “Neden artık yazmıyorsun?”


Öncelikle insanların bu sitemi inceden mutlu etmiyor değil. Hiç görmediğin bilmediğin tanımadığın insanların, bunca yılın sonunda hala anonim kalabilmiş birinin fikirlerinin eksikliğini hissetmesi benim adıma gurur verici. 

Sorunun yanıtına gelecek olursak da bunun birden fazla sebebi vardı. İlki ve büyük nedenlerden biri özellikle Gezi’den sonra yaşadığımız siyasi iklim. 

En net ifade ila söylemem gerekirse tırsıyordum. Hep söylüyorum sinema, müzik, kültür-sanat yazıları diye açtığım blog, birden 4’e bölünmüş CNN Türk ekranına dönmüştü. Artık her yazıda içinde yaşadığımız leş siyasi ortama serzenişlerle dolu bi şeye dönüştüm hem burda hem diğer mecralarda. Her "Bu sefer siyasi bi şey yazmıyorum" dediğimde kendimi yine haksızlıklara isyan ederken bulup kendimden bile sıkılmıştım. E yazıp içimi döktüğüm yerden de tehditler alınca, bu tehditler de sadece beni etkileyen şeyler olmayınca inceden yol aldım. 

Bir diğer sebep de özel hayat. Malumunuz olduğu üzere ilişkiler, iş hayatı, koşuşturmaca vb. şeylere kaptırınca insan zaten bi derman kalmıyor. Bir de kendine otosansür uygular hale geliyorsun. 


Konumuza dönecek olursak; aslında birkaç ay önce yeltenmiştim yazmaya. Hatta bu yazıyı yazmadan önce taslaklarda kalmış yazdıklarım. Aşağıda hatta. Durun koyayım bi dakka. 

14 Haziran 2018 Perşembe, Saat 01:06 (Vay be bayağı olmuş, unutmuşum)
2018 Dünya Kupası’nın başlamasına 17 saat kalmış. Konumuzla alakası var mı? Yok gibi. Ama var gibi de olabilir... Gibi gibi...
DeMarkeSports’un 4 yıl önce, 2014 Dünya Kupası biter bitmez attığı “Dünya Kupası’na 1426 gün kaldı” tweetininüzerinden 1426 gün geçmiş. Oysa dün gibi hatırlıyorum. 

Zaten her şey hep dün gibi. 


Bu bir futbol yazısı değil. Lakin bazı erkeklerde, bazı futbolsever erkeklerde olan bir özellik vardır. Yılları, önemli olayları, hayatlarındaki dönüm noktalarını Dünya Kupası, Avrupa Futbol Şampiyonası ile kodlarlar kafalarında. İtalya 90‘dan beri bende de bu böyle. 

Sonra böyle kalmış o taslak. 

Devam edeyim burdan. 




“Liseden mezun olduğumuz yıl işte hatırla 2002 Dünya Kupası maçı izliyorduk ya, ordan kalkıp gitmiştik mezuniyet balosuna.”

“Okuldan atıldığım yaz 2010’du ya nasıl hatırlamazsın. Vuvuzelalı Dünya Kupası’nın olduğu sene işte”. 
Hala kafamda arı vızıltısı gibi sesi dolanır. 

Bu futbol turnuvaları çiftli yıllarda yapılır ama gelin görün ki tekli yıllardaki önemli olayları bile o turnuvaya göre kodlar futbolsever erkek kafası. 

“Sünnet olmuştuk ya hani 95 yılıydı ya ABD 94‘den 1 sene sonra, Euro 96‘dan 1 sene önce.”

Geçtiğimiz yıl yani 2017 ya da Euro 2016‘dan 1 sene sonrası hayatımın dönüm noktası bir yıl oldu benim için. 

Evliydim, ayrıldık. 

Doğup büyüdüğüm şehre geri döndüm tam 7 yıl sonra. 

Bir arkadaşım boşanınca Güney Afrika'ya taşınmıştı. Ona bakınca benimki o kadar da radikal bir karar değilmiş. 

Spora başladım. Toplam 20 kilo verdim. (Bayağı bırakmıştım kendimi) 

Şu akıllı bilekliklerden aldım. Orda gösterilen değer doğruysa 4750 km koşmuşum. Yani nerden baksanız İzmir'den Yeni Delhi'ye kadar koşmuşum. 

Galiba birçok şeye neredeyse sıfırdan başladım. 30'larımda hem de. 

Aslına bakarsanız 30'lar bir şeylere baştan başlamak için çok da erken yaşlar değil; ama çok geç de değil bilemedim. Kim olduğuna ve nereden baktığına, nerede durduğuna bağlı biraz. Orhan Veli isen mesela 36'da bitiyor hayatın. Ama tabi sen bunu bilmiyorsun. Belki ben de hiç görmem 36'yı. Bilmiyorum ki. 

İnsan öleceği tarihi bilse zaten her şey tepetaklak olur.  

Le Tout Nouveau Testament filminde vardı. İnsanlara ne kadar ömürlerinin kaldığı bilgisi sms olarak gidiyordu. Çok mantıklı bence. Öyle bir durum olsa gerçekten artık yaşadığın her saniye geri sayıma dönüşür. İstersen 70 yıl daha yaşayacak ol o psikolojiyle 70 saniyenin bile tadını çıkaramazsın. Hayatın bu öngörülemezliği güzel bi şey bence. Ama tabi bunu öngörülemez bi hayat olarak yaşayabiliyorsan. Yoksa bizim toplumun, hatta dünyadaki birçok insanın yaşadığı gibi planlı programlı adeta bir senaryo üzerine kurgulanmış gibi bir hayat yaşarsan aslında o da bir geri sayım oluyor sana. 

Okulu bitireyim,
 
Askere gideyim,


Dönünce bir kız (tercihen öğretmen) bulayım, 


Evleneyim, 


1 kız 1 oğlan çocuk yapalım. 


Onları büyütelim ve bu kısır döngü devam etsin. 


Hayatımın geri kalanına baktığımda evliliğimin son dönemleri hariç gerçekten de dolu dolu yaşamışım diyebilirim aslında. 

Hoş, “Sen potansiyelini aslında tam kullanmıyorsun” laflarını çok duydum evet ama neredeyse hiç keşke demedim. Çok hatalar da yaptım, zamanımı “boş”a çok harcadım ama o boşlar bana çok şeyler kattı. 

Hiç de geri sayım gibi yaşamadım hayatı bakın bundan eminim. Yolun yarısına geldim sayılır şimdi.

Ama şu var; "yolun yarısı" diyorlar ya, hah işte hangi yol ki o? 

Benim bir yolum yok aslında. Hayat bir yol değil bence. Varış noktası ölüm oluyor eğer bir yolsa. E sonu ölüm olan bir yolda yürümezsin ki. Sonunu bilmediğin bir yola çıkman çok daha güzel bence. 

Neyse ne diyordum? 

Pöff hiçbir şey dememişim ki. Saçmasapan kendi kendime konuşur gibi yazmışım kaç dakikadır. 

Seviyorum ama bunu. Öyle konuşmayı, tıpkı yukarıda bahsettiğim gibi başlangıcı ve sonunu bilmeden bir yola çıkmayı. 

Zaten yazmaya başlarken de neyi yazacağımı tam planlamamıştım. 

Siminya’nın kitabına başladım bundan tam da 10 dakika önce. Kitabı alalı 1 yıldan fazla oldu ama son 2 yıldır neredeyse doğru dürüst kitap okumuyordum. 

Kitapta az önce okuduğum şu paragraftan sonra da açtım bilgisayarımı ve yukarıdaki satırları yazmaya başladım. 

Paragraf şu idi: 

“Kafamın içinde hiç durmadan konuştuğu halde dışarıya renk vermeyen suskunluğumu seslendirmek için yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Bu da “Neden yazıyorsun”a yeni bahanem olsun. İşin güzel tarafı bu kadar çok şey anlattığım halde hala görünmez kalabiliyorsun. Kimseye, “Görün beni” diye bağırmana gerek yok, yazdığın için onlar seni zaten görüyor. Bir diğer deyişle, yoksun ama varsın."

Tam da bu aslında yazma hikayem. 

Özellikle de takma bir ad kullanarak yazma hikayem. 

Yoksun ama varsın. 


"Gözlerim yalnızca bir görüntü.  
Gözlerim dış gerçekliği içime aktaramıyor"

Peki ya yazmak? 

Yazmak içimdeki en gerçeği cümlelere aktarabiliyorsa peki? 

İnsanlar okuyorlar seni, ama kimsin nesin, adını bile bilmiyorlar okurken. Fikirlerin, düşüncelerini, duyguların sadece okunan. Çok değerli bir şey bu. 

O yüzden tekrar yazmaya başlıyorum. En azından bloga. Belki bi şeye dönüşür mü sonra bilemiyorum. Tek istediğim artık içimi buralara daha fazla dökmek.

Özlemişim. 

Naber? 
Viewing all 63 articles
Browse latest View live